MUSTAFA SALİM salimhoca@hotmail.com

OKUYAN’DAKİ ÜSLUP VUSLATA KAFİ DEĞİLDİR

25 Şubat 2024 Pazar 21:30

Mehmet Okuyan’ın otuz ciltlik tefsir kitabını piyasaya sunmasından sonra bir bakıma serdettiği fikirlerine karşı yapılan eleştirilere cevap olsun diye çay ocağını andıran bir mekanda, etrafına aldığı birkaç kişiye yaptığı konuşmanın sosyal medyada paylaşılan yirmi dakikalık videosunu görüp merak edip izleyenlerden biri de ben oldum.

Çok konuşup hiçbir şey söylemeyenlerden biri olarak gördüm kendisini ve sabrımı zorlamıştım dinlerken. Konuşmasındaki itici üslubundan bilgi birikimime bir şey katmayacağını bile bile dinlemiştim ve bunun ıstırabını da ancak yaşayan bilirdi. İlim erbabına yakışmayan üslubunda, bir konuyu izahtan daha ziyade savunmacı ve taarruza geçmiş birinin ruh halinin tedirginliği görmek mümkündü. Helel hele konuşmasındaki ses biçimi yok mu, gemisi batan tüccarın çaresiz feryatları gibi gelmişti bana…

Sonra tefsir ve metoduyla ilgili ancak akademik çevrelerde ele alınacak konuları normal bir vatandaşın huzurunda dile getirmekle yol açacağı fikri ve zihinsel tahribatı görmemesi yada bunu bilerek yapması, ilim adamının hamlığına hamledilecek bir durum olması bakımından dikkat çekiciydi; buna rağmen üslubunda ısrar edişi de dikkatten kaçmıyordu.

'Ne her şeyi süpürerek alırım ne de her şeyi süpürerek ret ederim' cümlesinde bile ilim erbabına yakışmayan bir sokak dili vardı. Saygısızlık ve kabalık gibi küstahlık adına ne varsa hepsini cami bir ifade biçimi vardı bu ifadeleri sarf ederken. Süpürmeye konu ettiği husus bir kere Peygamber Efendimizin sözleri yani “hadis”ti. İnsan, süpürme fiilini çer çöp için kullanır. Bu ifade biçimi, Peygambere karşı içinde bulunduğu seviyesizliğin ipuçlarını vermiyor mu? Acaba yanlışlık bende mi diye bir an düşündüm; hayır, anladığım doğruydu.  Bu yaklaşım biçimi Yaşar Nuri’nin sonunu pek iyi getirmedi mesela. Modernist düşünce adına eser vermeye başlayınca eski düşüncelerine dayalı yani ehl-i sünnet çizgisinde yazdığı tüm eserlerini çöpe attığını söylemişti de sonra İslam’ı irtica olarak kabul eden bir çizgide siyaset yapmış ve sonunda namazın bu ümmetin başına geçirilen bir bela olduğunu söyleyerek dinin direği bir ibadetin kökünü kazıyacak kadar bu dine düşmanca bir hal içindeyken göçtü bu fani dünyadan. Rabbim züntikamdır.

Konuşmasının devamında ayetlerin tefsirine yönelik çay dolu bir bardak üzerinden örnek vererek yaptığı sohbette şahit olduğumuz hususta, hadislere hikmet bağlamında değil de ancak maddi unsurlar yönüyle yer verişi, görünürde hadise değer veriyormuş gibi algılansa da temelde hadisleri önemsemediği görülmekteydi.

Verdiği başka bir örnekte de yine ayette geçen fakat anlaşılmayan tarihi bir olayın hangi tarih ve kahramanların kaç kişiden oluştu gibi rakamsal bilgisi için ancak hadislere müracaat edilebileceğini; yine sıradan, tarihi bir malumatın doğruluğunu ortaya koymak için hadislerin kullanılabileceğini söylerken de mahiyeti itibariyle sünnetin asıl konumunu ortaya koymamış oluşu da rahatlıkla anlaşılabilmekteydi.

Bu iki örnekte de hadisi tarihe tanıklık noktasında dayanak olarak göstermekten öteye geçmeyen bir tutum içinde olduğunu anlamak pek de zor değildi. Konuşmasının hadisle ilgili kısmı dikkatlice irdelendiğinde ilk etapta hadisleri kabul ettiği, risaletle bir sorunun olmadığı izlenimi vermeye çalıştığı algılansa da tarih dersi metodolojisinde takip edilen yöntem biçimiyle hadislerin ele alınarak bir tefsir çalışmasında bulunulduğu bariz bir şekilde anlaşılıyordu. Haliyle hadislerin hikmet boyutuna hiç girilmemesi ne niyette olduğunun göstergesiydi. 

Mesela tefsir yazarken otuz yıllık birikiminden bahsediyordu. Aslına bakılırsa ilim yolunda bu gayet doğal bir süreç. Alim olmakla malumat sahibi olmaklığı birbirinden ayırmaya çalışması hususu bir durum tespiti olması yönüyle yerinde bir açıklama olsa da her Müslümanın, sorunlarını çözme adına Kur’an’a müracaat etmesi gerektiğini vurgulaması yaptığı açıklamayla çelişmekteydi.

Kur’an tefsirinde birbirini destekleyen ayetler arasında bağ kurarak, fakat rivayetlere yer vermeden mantıksal çerçeveden hareketle bir çalışma yaptığını, bunun da otuz yıllık bir birikiminin neticesi olduğunu ifade ederek haklılığını beyana çalışsa da diğer yandan Peygamberin vahye muhatap oluşu yönüyle Kur’an’ın tüm inceliklerine vukufiyet kesp ettiğini görememesi bunun sünnetle bir probleminin olduğunu zaten göstermektedir. Konuşma tarzları, nedense bana hep niyetlerin kendisini ele verdiği durumlar gibi gelmiştir. Dervişin fikri neyse zikri de odur hesabı.

Otuz yıllık beşeri gayretini, bu alanla ilgisi olmayan herhangi bir Müslümanla kıyaslayarak ondan farklı olduğunu dile getirmesine rağmen vahye muhataplılığıyla geçen yirmi üç yıllık risalet gerçeğini anlamamasını iyi niyetle izah etmek mümkün değildir. O zaman kendisinin de ilmi donanım noktasında normal bir Müslümandan ne farkı kalır sorusu gelir akla. İkincisi de bu kadar çalışmadan sonra hala hadis ve dolayısıyla sünnet karşıtlığı cephede görünüyor oluşu, yine bir proje gereği mi tüm bu yapılanlar şeklinde akla daha başka benzeri birçok sorunun gelmesine de yol açmaktadır.

Bilindiği üzere müsteşrikler, İslami ilimler alanında gayet yeterli ve donanımlı insanlardır. Tabiri caizse kuru bilgi adına birçok malumatın sahibi kişilerdir. Haliyle iman dairesi içinde olmayışları ayet ve hadislerin hikmetini kavramalarını engellemektedir. Görevleri icabı yaptıkları şey, ulema arasında fikir birliği oluşmayan hususlarda, Müslümanların kafa karışıklığına sebebiyet verecek tartışma zemini oluşturmaktır. İngiliz Hempher ve İgnaz Goldzieher gibi müsteşriklerin yaptığı da buydu. Bugün gelinen noktada İslam alemi içinde yetiştirdikleri ve kendilerini aratmayacak şekilde donattıkları kişiler de maalesef müsteşriklerin yolunu takip etmekte, onların görevini yerine getirmektedirler. Son örneğini Mustafa Öztürk’te görmüştük. “Zikri biz indirdik ve onu koruyacak olan da ancak biziz” ayetini adeta yok sayarak Kur’an’a Peygamber tarafından eklemelerin yapıldığını iddia edecek kadar müsteşrikleri aratmayacak bir tavır içine girdiği herkesin malumudur.

Beşeri gayretiyle emek verdiği otuz yılının ilmi birikiminden oluşan otuz ciltlik tefsir kitabı elbette övgüye layık ve takdir edilmesi gereken bir çalışma olmuştur. Haklı olarak Kur’an’ı anlama noktasında sahip olduğu derinlik itibariyle bu vasfı haiz olmayan bir başkasıyla kendisinin kıyaslanması elbette beklenemez. Gel gör ki sünneti ret etmekle aslında yaptığı şey Kur’an’ın kendisine indirildiği ve Kur’an’da meth edilen, yüksek bir ahlak üzere olduğu belirtilen, dosdoğru bir yol üzere olduğu, alemlere rahmet olarak gönderildiği aşikar bir peygamberin ilmi derinliğini görmezden gelmesiydi. Okuyan ve şürekasının kendi beşeri azimlerine yükledikleri paha biçilmez kıymet, ne hikmetse vahye mazhar, Kur’an’ın kendisine emanet edildiği son peygambere çok görülüyordu.

Daha sonraki tartışmalarda hadislere karşı olmadığını ifade etse de mevzu hadis bahsini hep canlı tutması anlaşılır gibi değildi. Burada yine şark kurnazlığı yolunu seçiyordu. Kader, Şefaat, Miraç, Kabir azabı vb. daha birçok konuda sahih hadisler olduğu halde bunları kabul etmeyişini bildiğimiz Okuyan’ın, sahih hadisleri kullanıyoruz sözleri bir anlam ifade etmiyordu.

Modernist yapılanmanın savunucularının dikkat edilirse İslam alemini derinden ilgilendiren ve sevince boğan hiçbir konuda fikir beyan etmedikleri aşikardı, yani bilinen bir sırdı.  Mesela Ayasofya’nın ibadete açılışı hususunda M. İslamoğlu’nun bu mevzuun Kur’an’da yer olmadığını dile getirmesi vb. daha birçok konuda benzerleriyle aynı tavırları sergilemeleri, bu çizgi mensuplarının ümmet meselelerinde ne kadar sığ bir fikre sahip olduklarının göstergesiydi.

Bu fikri yelpaze mensuplarının vücuda getirdiği eserler, bugünün insanını Kur’an ve sahih sünnetten ayırmanın yanında belki de en büyük yıkımını yarım asır sonraki insanların zihnen çöküşlerini gerçekleştirmede gösterecektir.

Klasik kaynaklarımızda “Tefsîr yapacak âlimin on beş ilmi gâyet mükemmel şekilde bilmesi lâzım gelir.”Bu ilimleri kemâliyle (tam ve en olgun şekilde) bilmeyen kimselerin Kur’ân’ tefsîr etmeye çalışması, şer‘an câiz değildir. (Şerîat’ın buna izni yoktur.)

Lûgat (Arap dili), Tasrif (Sarf ilmi), Nahv ilmi, İştikak, Me‘ânî ilmi, Beyân ilmi, Bedi‘ ilmi, Kıraat ilmi, Usûl-i dîn ilmi, Usûl-i fıkıh ilmi, Esbâb-ı nüzûl, Nâsih ve mensûh, Fıkıh ilmi

Mücmel ve mübhemintefsîri ile birlikte müfessirin sahip olması gereken 15’inci ilim, ilmü’l-mevhibedir. Bu öyle bir ilimdir ki, onu Cenâb-ı Hakk Hazretleri, ilmiyle amel eden bahtiyar kuluna ihsân eder.

Modernistlerden hangisi özellikle onbeşinci sırada yer alan ilmü'l-mevhibe sahibi biridir. 

Dolayısıyla bu ilmi yeterlilik vasıflarını haiz olmayanların tefsirlerine itibar edilmez.

Mustafa SALİM

25 Şubat 2024, ANKARA

 

 

YORUMUNUZU YAZIN ...
Farklı olanı seçin:
# # # # # #
Mesut Hoca
Diyanet işleri başkanlığının bu işe tez elden müdahil olması gerekmektedir. Zehir saçan fikirlerle insanlarımızın zihni bulandırılmaya çalışılıyor. Hiçbir elden müsaade edilmemelidir.
Sami
Son derece ilmi olarak bizi aydınlatan, ehli sünnet kadim kaynaklara sadakatle Dinimizi imanımızı, yüksek ahlak ve kültürümüzü bozmaya çalışanlara karşı ilim ehli örnek duruşunuzu tebrik ediyorum. İstifade ettik Allah razı olsun
Hamza ÇELİK
Kalemine yüregine sağlık Mustafa hocam tebrik ederim 👍👏👏